yazi-resmi-1-560x250Aslında uzun süredir bu ikilem içindeyim… Bu, benim beynimi kemirip duran bir soru…Düşünce tarzım, hayat felsefem, ilkelerim, siyasete yaklaşımım ölçeğinde değerlendirildiğinde ben kendime tam bir yafta yapıştıramıyorum. Solcu muyum? Bilmiyorum.. Ya ülkücü? I-ııh o da değil. Sağcı?…. Sanmam. Ya…Liberal ? ..Olabilir… Dinci? Kesinlikle değilim, ondan eminim..

Bakıyorum da aslında bendeki bayağı girift bir sentez. Hepsinden biraz var ama tamamen bir cenaha mal edilemem.

Dini gerekli görüyorum ama hurafeleri değil, Kur’an’daki İslam’ı. Kalbimi dinlediğimde bunun benim gerçek inanışım olduğunu hissediyorum.

Liberal ekonomi anlayışı sıcak geliyor bana, ama zaman zaman da devletçi yapı…

Ya milliyetçilik? Olmazsa olmazlardan, ama Nihal ATSIZ’vari kafatası ölçümlerine, ya da kanın saflığına dayanan bir Türkçülük değil, Atatürk milliyetçiliği… Ama PKK’lı bölücülere, Kürt kökenlilerin hamamböceği gibi üremesine,  AB uğruna bu haşaratın hainliklerine ses çıkarılmamasına ve yaptıkları alçaklıklara katlanamıyorum. O zaman içimdeki bastırılmış gaz odası ve sabun fabrikası faşizmi ister istemez açığa çıkıyor. Yahu ben nasıl bir adamım diye kızmıyor da değilim kendime hani… Ama hislerim bu ! Ne yapayım yani yalan mı söyleyeyim, takiyye mi yapayım?

Binlerce yıldır yan yana ve barış içinde yaşadığımız, bu toprakların öz be öz çocukları bir ırkın, emperyalistlerin maşası haline gelip ekmeğini yediği, suyunu içtiği Türkiye’me karşı hain eylemlerde bulunması karşısında demokrasiye, insan haklarına, özgürlüklere, barışa, hukuka gönülden bağlı birinin neredeyse “soykırım yapmayı” düşünmesi normal mi? Yani böyle bir kişi solcu olabilir mi? Olamaz herhalde…

Peki ya nazlı nazlı dalgalanan al bayrağımı her gördüğümde gırtlağıma oturan yumruğa ne demeli? Ulu önderin sesini her duyduğumda hakim olamadığım gözyaşlarımı, İstiklâl marşımın her okunuşunda duyduğum, hissettiğim o tarifsiz duyguları nasıl açıklamalı?

Bir de şu bakış açısından bakalım : Örneğin ben klasik Türk Musıkisini çok severim, keza “Çırpınırdı Karadeniz” türküsünü de…Hele mehter marşlarına bayılırım…Ama asla sarkık bıyıklı, beyaz çoraplı kırolardan değilim…Eeee nasıl oluyor peki bu? Şimdi ben ülkücü müyüm sosyal demokrat mı, liberal mi? Valla bilemiyorum…

SOLCULUK ÜZERİNE SANATSAL ÇEŞİTLEMELER

Yukarıdaki genel yaklaşımlardan sonra şimdi biraz derine inelim. Yani demek istediğim öncelikle “sol ve sanat”  kavramını biraz derinlemesine irdeleyelim:

Solcu olmanın bence en başta gelen gereği Ruhi SU, Zülfü LİVANELİ, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü gibi, nevi şahsına münhasır “solcu” ses tonuyla şarkı söyleyen sanatçıları  dinlemek ve bundan çok zevk almaktır.  Ama bir iki parça haricinde ben sevemedim gitti bu “özgün solcu müziği” denen türü vesselam !

Ya beğeneceksin ya da beğeneceksin kardeşim… Solcuysan başka yolu yok…

Hiç unutmuyorum, İMO’nun (İnşaat Mühendisleri Odası) bir gecesinde iftiharla tanıtılarak, evvelce Ruhi SU tarafından icra edilen eserler, üstelik de çok kötü bir ses düzeniyle, çalınmıştı. Bir süre zevk alıyormuş gibi yapmacık bir yüz ifadesi ve zoraki bir gülümseme ile katlanmama rağmen hem o titreyen göl misali yeknesak ve bariton sesten, hem de şarkıların tekdüzeliğinden o denli sıkılmıştım ki, hiç beğenmediğimi yanımda oturanlara sezdirdiğimde üzerime çevrilen kızgın göz çiftlerinin olası linç girişiminden acayip ürkmüş olmalıyım ki bir daha gece boyunca gömülüp küçücük kaldığım koltuğumda ağzımı bile açmamıştım….

Genco Erkal

Genco Erkal

Tabi bir de kimsenin toz kondurmadığı GENCO ERKAL var ! Belki iyi bir solcu, bir şey diyemem; ama 2 kez tiyatroda seyrettim, ikisinde de tükürük saça saça konuşması ve bozuk diksiyonu yüzünden dediklerinden hiçbir şey anlamadım.

Bence solcular topluma, ürettikleri her neyse onun en iyisini vermeliler.”Yahu ben nasılsa bu solcu cemaati içinde kabul görmüş biriyim, artık ne yapsam, ne oynasam nasıl olsa satılır ve beğenilir” mantığıyla kendini hiç geliştirmeyen, genelde solcu Rus yazarların oyunlarını alel acele sahneye koyup bir de büyük sanatçı payesi edinen biri bence ağzıyla kuş tutsa nafile ! Mutlaka benim gibi “Ama kral çıplak” diyecek birileri çıkacaktır.

Türk milleti vasata endeksli bir toplumdur. Hiçbir ürünün mükemmeliyle zaten hayatı boyunca karşılaşamadığı için aslında her aldığı vasat ürünü, türünün en iyisi zanneder.

Siz hiç Kahraman ACEHAN’ı, Aliye UZUNATAĞAN’ı, Cüneyt TÜREL’i, Defne HALMAN’ı, Celile TOYON’u, 103 yaşına kadar sahneye çıkan Necdet Mahfi AYRAL’ı ve nice isimsiz tiyatro devini sahnede seyrettiniz mi? Ben seyrettim ve farkı gördüm; onun için bu denli acımasızca eleştiriyorum.

Vasat bir oyuncuyu sırf solcu diye göklere çıkartmak, yeteneklerini gereksiz yere abartmak, bence yanlış bir tutum…

Solcularla benim bazı ortak paydalarımız da yok değil hani..Örneğin sıkı bir Nazım HİKMET hayranı olmamdan tutun da Aziz NESİN’in yaşamı ve ilkelerine bağlılığının bende uyandırdığı saygınlığın, belki de, bu ulu çınarları sevmenin solcu olmanın bir gereği olduğunu düşünüp işte öylesine seven klâsik solculardan çok daha derinsel olması gibi..

Bir diğer solculuk karakteristiği de Ruslara, Rus edebiyatına ve Rus halk oyunlarına olan düşkünlüktür. Ne yalan söyleyeyim ben de severim. Ama Kalinka’da klasik solcular kendinden geçerken benim aldığım müzikal zevkin, örneğin gayda çalan etekli İskoçları dinlerken aldığım zevkten pek de fazla bir farkı yoktur. Ya da Anton Chekhov veya Turgenev okuduğumda bende bıraktığı lezzeti değerlendirmemde, bu yazarların Rus olmaları değil, yazım stilleri, karakter tahlilleri, yazarlık yetenekleri etken olur. Tıpkı Erskine Caldwell veya Heinrich Böll okuduğumda yaptığım değerlendirmede olduğu gibi…

Aslında burada vermek istediğim mesaj çok açık: “İnsanların bir takım ideolojileri kullanarak, ya da kendini o ideolojinin ateşli bir taraftarı gibi göstererek, böyle ideolojik bir birliğe ( bu, siyasal bir parti, dernek, örgüt…vs olabildiği gibi, salt düşünsel çerçevede de kalabilir) mensup olma olgusunu paraya tahvil etmede, sanatı ekmek teknesi gibi görmesi, potansiyel bir tüketici kitlesi de hazır olduğu için, çok başvurulan bir yöntemdir.”

Yani tam bu noktada karşı olduğum konunun genel bir tanımını vermek gerekirse:

“Bir ideolojik düşünce akımına mensup hazır bir kitleyi potansiyel müşteri olarak görerek sanatı, çok da iyi ürünler vermeyerek, ekmek kapısı olarak kullanmak, uğraşı alanında ‘nasıl olsa ne sunsam bu kitle, eserlerimi iyi de olsa kötü de olsa beğeniyor, zaten çoğu fazla da anlamıyor’ mantığıyla kendini geliştirmeden yıllarca idare etmek”

İşte benim karşı olduğum bu… Dikkat edilirse burada özenle sol ya da sağ sözcüklerini kullanmıyorum. “Bir ideolojik akım” diyorum…Yani hedef alınanlar sadece solcular değil…

Benim yukarıdaki örnekleri vermemdeki amaç, burada solu masaya yatırmış olmamızdır.

Nitekim (Bu sözü pek sevmesem de şu an kullanmam gerek), 70’li yılların keskin solcusu Cem KARACA, daha sonraları Türkiye’ye döndüğünde artık solculuğun pek para etmediğini görüp tarzını hemen değiştirmiş ve nihayetinde de “dindar” biri olarak bu hayattan göçüp gitmiştir.

Genco ERKAL’daki tezahür ise Cem KARACA’daki gibi pragmatik değil, değer vermeme, önemsememe şeklindedir ki bunun da pek affedilir yanı yoktur. 30 yıl önce izlediğimde oldukça genç olan Genco ERKAL’ın bozuk olan diksiyonunu, 70’lerini geçtiğinde bile hâlâ düzeltmemiş olması, onun seyircisine ne denli saygı duyduğunun bir göstergesidir.

Solculukta önemli bir kriter de Yılmaz GÜNEY filmlerini Yeşilçam sinemasından ayırıp ayrı bir kategoride değerlendirmektir.

Aslında narsizm kokan, benmerkezci Yılmaz GÜNEY filmlerinin, kötü oyunculuk, inandırıcılıktan uzak abartılı konular, (zalim köy ağaları, hayatlarında tek bir iyi şey bile yapmayan zengin para babaları, fakir olmak=dürüst ve delikanlı olmak klâsik martavalı), çok kötü mekanlar ve çekim teknikleri gibi argümanlar cetveliyle ölçüldüğünde diğer Türk filmlerinden hiç bir farkının olmamasına rağmen özel bir statüde ele alınmasının tek bir nedeni vardır : Yılmaz GÜNEY’in solcu olması…

Yani yine karşımıza aynı klâsikleşmiş solcu hastalığı çıkmaktadır. ( Genco Erkal, Cem Karaca gibi ). Sinema tekniği açısından rezalet ötesi olan bu filmlerin her ne hikmetse sadece solcular tarafından beğenilmesi, “sanatın ekmek kapısı, hangi ideolojiye sesleniliyorsa o ideoloji mensuplarının potansiyel müşteri olarak görülmesi” tezimi doğrulayan diğer bir kanıttır.

Yani söylemek istediğim, ben Yılmaz GÜNEY filmlerini de hayatımın hiç bir döneminde sevemedim. Tıpkı Genco ERKAL’ı ya da Ezginin Günlüğü’nü bir türlü sevemediğim gibi. ( Bu arada Yeni Türkü’ye çok  haksızlık yapmamak gerek. Sanatı kullanan ve solculara hitap edenler içinde bence en iyi ürünleri verenler onlar…)

Üniversite yıllarımdan aklımda kalan anılarda solcuların zılgıt çekerek sadece G.doğu Anadolu halk oyunları oynamalarının, muhtemelen, beni, bu şekilci, slogan solculuğundan soğutmuş olabileceğini düşünüyorum. Örneğin ben hiç zeybek oynayan ya da kemençe ile horon tepen bir solcu görmedim.

Sarı, kırmızı, yeşil kıyafetlerle olur olmaz her yerde ortalığa dökülen sözde folklorcuların sırf G.doğu Anadolu oyunlarını icra etmeleri, bir bakıma solculukla Kürtçülüğün özdeşleşmesi gibi bir hava yaratmış olmalı ki, dar kalıplara sıkıştırılmış “etnik solu” benimseyemememde bu durumun oldukça etkin olduğunu söyleyebilirim.

Peki aklıma hemen şu soru geliyor:

Neden sol tandanslı “sanatçılar” bu denli ağır eleştirilirken, tv’lerdeki manken ağırlıklı diziler, aptal filmler, şarkıcı demeye bin tanık isteyen şarlatanlar, arabeskçiler, fantezi müzikçiler, türkücüler baş tacı ediliyor ve cılız bir iki eleştiri haricinde -rezalet ürünler vermelerine karşın- hiç eleştirilmiyorlar?

Çünkü genel anlamda sol dünya görüşü, içinde bir çok başka argümanları da barındıran şümullü (=kapsamlı) bir yapıdadır. Ana uğraşı alanı “insandır”. Dolayısıyla, sloganların çok ötesinde “önce insan” hedeflemesindedir. Yani bence öyle olmalıdır.

İnsanın adilce, eşit hak ve hürriyetler çerçevesinde çok daha müreffeh yaşam koşullarına kavuşturulmasının yanı sıra, kültürel anlamda da insan ruhunun gerçek sanatın güzellikleriyle yoğrulmasını, ekonomik anlamda çıta yükselip, refah seviyesi arttıkça buna paralel olarak da kültürel kalkınmışlığın sağlanmasını ve insanların daha rafine zevklere sahip olmasını amaçlar sol…

RAFİNE SANAT ve SOL

Hemen burada tespitimizi yapalım: Rafine kültürel zevkin kıstası, kıyas düzlemi nedir? Hangi sanat eseri neye göre rafinedir? Yani salt klasik batı müziği eserlerini dinlemek mi, operaya baleye gitmek mi, rock, blues, caz mı?

Yanıt çok açık : HAYIR !

Neşet ERTAŞ’ı ya da Aşık VEYSEL’i sevmek de bence rafine bir müzik zevkinin göstergesidir.

Neşet Ertaş

Neşet Ertaş

Keza İnci ÇAYIRLI’yı, Serap Mutlu AKBULUT’u ya da Mustafa SAĞYAŞAR’ı dinlemek de öyle…Kendi alanlarında en iyiyi elde etme uğraşısı içinde olan ve yıllar geçtikçe bu rafineliğe adım adım ulaşanlar…

Aşk-ı Memnu adlı dizide ilk kez tanımıştık Müjde AR’ı…Gencecik, oldukça da güzel bir kızdı. Yıllar geçtikçe sinemada özgün ve rafine ürünler vermek için kendini geliştirmesi gerektiğini düşündü Müjde AR. İngiltere’ye gitti, dil öğrendi, oyunculuk dersleri aldı. Usta bir tiyatrocuya dublaj yaptırma kolaycılığına kaçmadı, sesini eğitti, diksiyonunu düzeltti.

Diğerlerinin yaptığı gibi sesi başka, kendisi başka birisi olmadı. Müjde AR’ı seyretmek, zevk almak da bence rafineleşmenin bir göstergesi…

Oysa Necati ŞAŞMAZ… Dublaj olmasa bir hiç, bir çoğu gibi…

Rafine sanat, emek verilen sanattır. O sanatın tüketicisine saygı duymaktır. Ölünceye kadar bir önceki eserinden daha iyisini verme çabası içinde olmaktır. Çünkü mükemmelin sonu yoktur.

Sanatın bir diğer işlevi de toplumun kültürel eğitimine yaptığı katkıdır. Üstün körü hazırlanmış bir tiyatro eseri, üzerinde fazlaca düşünülmemiş, sıradan bir sinema filmi, ya da stüdyoda 1-2 günde hazırlanan fabrikasyon kasetler “vasat”a alışmış Türk toplumuna yetmektedir. Çünkü Türk insanı vasata endekslidir. Kendisine sunulan çok sıradan eserleri türünün en iyisi sanmakta ve sanatsal zevki de haliyle “vasat” seviyede kalmaktadır.

İşte sol tandanslı sanatçıların kıyasıya eleştirilmesi bu yüzdendir. Çünkü sol rafinelikten yanadır.

Sol, toplumun her ihtiyacını gidermede her zaman en iyiyi hedefler. Tabiatıyla kültürel gereksinimlerde de…

Sol tandanslı sanatçıların vasat olma lüksleri yoktur. Daima gelişmek, ilerlemek, çağının en iyilerini izleyip, seyrederek kendini onlar seviyesine çıkarma uğraşısı içinde olmak zorundadır. Aksi taktirde popüler soytarılardan hiçbir farkları kalmaz.

SOSYALDEMOKRASİ Mİ SOL MU?

Sanatsal hassasiyetlerimi sol ölçeğinde değerlendirdiğimde karşıma yukarıdaki manzara çıktığına göre demek ki, benim karakteristik özelliklerimin sol diye adlandırılan Dünya görüşüyle büyük bir paralelliği var.

Ama hangi sol?

Salt proletaryanın çıkarlarını savunan Marksist sosyalizm mi, yoksa sınıflar arası çıkarları dengeleyen sosyal demokrasi mi? Ben  “devrimci sınıf dayanışması inancının birleştirdiği, dünyayı temelden değiştirecek bir proletaryanın var olduğuna ve ulusal zenginliği sadece o proletaryanın yarattığına”  hiçbir zaman inanmamışımdır. Emekçilerle öteki sınıfların çıkarları arasında, demokratik özgürlükler ortamında, siyasal ve ekonomik yapıyı değiştirerek hakkaniyet dengesi kurmayı amaçlayan siyasal ve ideolojik düzenlemeler silsilesi bana nedense çok daha doğru gelmektedir.

Demokratik özgürlüklerin sınıfsal çıkarlara kurban edildiği oligarşik yaklaşımlarda,  sınıflar arası çıkar dengesinin, “siyasal haklar eşitliğine dayalı demokratik bir düzeyde” gerçekleştirilmesi neredeyse olanaksızlaşmaktadır. Irkî bir üstünlüğü gözeten ve din, mezhep, dil, cinsiyet ve servet farkı ayrımcılığı yapan doktrinlerin siyasal hak eşitliğini zedeleyici anti-demokratik uygulamalarının da benim kıstaslarımda kabul edilebilirliği düşünülemez. Aslında buraya kadar baktığımızda ilkesel yaklaşımlarımın sosyal demokrasinin genel karakteristiklerinde bulunan argümanlarla son derece paralel olduğu hemen görülecektir.

490-383Daha da ayrıntılamaya çalışıldığında şu umdeler de sosyal demokrasinin potasındaki bileşenler olarak görülecektir :

“Devlet ideolojisiz olmalıdır. Sosyal demokrasi, güçlü sınıfların ya da toplulukların çıkarını gözeten ve ideolojisini savunan yerleşik siyasal ve hukuksal düzene, başka bir deyişle sınıfsal devlet yapılanmasına karşıdır.

Sosyal demokrasiye göre, demokratik hak ve özgürlüklerin salt bireyler arası ilişkileri düzenlemesi yetmez; bireyle devlet arasındaki ilişkilerin düzenlenişinde demokratik hak ve özgürlükler ölçütü egemen olmalıdır. Yani devlet, ırk, din, dil, cinsiyet, servet farkı gibi ayrımlara bel bağlayan ideolojilerle yüklenmemelidir. Örneğin devletin farklı dinden olan cemaatlere farklı davranmaması için nasıl ki laik olması gerekiyorsa, zenginliği farklı olanlara farklı davranmaması için de güçlü sınıfların ideolojisiyle yüklenmemesi şarttır. Devlet kurumları arasındaki hiyerarşik ilişkilerin düzenlenişine de demokratik yapılanma ilkeleri egemen olmalıdır.

Yani; yetkisini seçimden almayan devlet organlarının, seçimle oluşan devlet ya da halk kurumlarını güdümlemesi kesinlikle engellenmelidir.

Bölüşüm hakça olmalıdır. Sosyal demokrasi, bireysel yeteneğin ve ulusal zenginliğe katkının farklı olduğu inancındadır.

O nedenle her bireyin, ulusal üretime yeteneği ölçüsünde yaptığı katkıyla uyumlu bir pay alması gerektiğine inanır.

Diğer bir söyleyişle, sosyal demokrasi mutlak eşitlikçi değildir. Tam tersine, farklı yeteneğin farklı primlendirilmesini, yeteneği teşvik etmenin ve hakkaniyetin gereği sayar.

Ekonomik yapı çoğulcu olmalıdır. Ulusal üretim, soyut bir serbest piyasa ekonomisi tutkusuna kurban edilmemelidir. Özel teşebbüsün yetişemediği pahalı teknolojiyi gerektiren yatırımları devlet yüklenmeli ve bu yoldan ekonomik yapıyı değiştirmelidir.”

Vallahi harika !!!

KEMALİZM VE SOL

Tam bu noktada Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilkelerinden ”DEVLETÇİLİK”   ilkesine de bir bakmakta yarar vardır :

“Devletçilik ilkesi özel teşebbüsü reddetmez. Tüm üretim araçlarının devlet elinde toplanmasını öngörmez. Mülkiyet hakkına saygılıdır. Atatürk, memlekette hiçbir üretimin çoğalması için, özel teşebbüsün devletçe zorunlu olduğunu önemle kaydettikten sonra ‘Devlet ve özel teşebbüsün birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısı’ olduğunu belirtir. Atatürkçü ekonomik görüşün (devletçiliğin) bir yönü de refahın sağlanması açısından toplumun kesimleri arasında imtiyazlı kişi, zümre ya da sınıfların oluşmasının önlenmesi ve kalkınmanın nimetlerinin bütün kesimlere eşit olarak dağıtılmasıdır. Atatürk’ün devletçilik anlayışı şöyle özetlenebilir: Özel sektörün sermaye ve bilgi birikimi yönünden yetersiz olduğu ekonomik alanlara devletin girerek özel sektöre öncülük etmesi, daha sonra bu alanlardan çekilerek yerini yeterli duruma gelen özel sektöre devretmesidir.

imagesE5RYZYFGTam isabet… Atatürk’ün devletçilik anlayışı ile sosyal demokrasideki tanımı neredeyse örtüşüyor…

Ama sosyal demokrasinin halkçılığı nasıl diye incelediğimizde şunu görüyoruz:

Sosyal demokrasi özellikle birden çok ulusal birimi kavrayan toplumlarda, özgürlük haklarının salt bireye bağlı haklar olmadığına, ulusal birimlerin de hakları bulunduğuna inanır. Sosyal demokrasi ile etnik grupları yok sayan bağnaz muhafazakârlık arasındaki önemli farklardan biri budur.

Hmmm. Bu noktada ATATÜRK’ün halkçılık anlayışına bakalım :

Türk devriminin anlayışına göre halk ile millet arasında bir birlik, bir eşdeğerlik vardır. Ancak halk milletin henüz dayanışma duygusu ile bilinçlenmemiş halidir. Halk dediğimiz insan topluluğunun belirli amaçlara ve hedeflere yönelerek bilinçlenmesiyle millet ortaya çıkar. Türk halkı, Türk Devleti’nin beşeri unsurunu oluşturur. Türk milleti, Türk halkının, Türk bilinci ile gelişmesiyle siyasi ve sosyal plânda değer kazanmasıdır. Türk milleti halklardan teşekkül etmiş değildir. Bunun sonucu olarak Türk Devleti’nin beşeri unsurunu halklar meydana getirmez.

Yani sosyal demokrasi, ATATÜRK’ün halkçılık anlayışını bir yerde bağnazlıkla suçluyor. Bu demektir ki “ULUS-DEVLET” kavramına sosyal demokrasi çok da sıcak bakmıyor.

Ben kökeni ne olursa olsun bu topraklarda yaşayan herkesin eşit haklara sahip olmasından, etnik ve dinsel ayrımcılığın belirleyici olmamasından yanayım. Yani solcuların bir zamanlar dillerinden düşürmedikleri klâsik “Halklara Özgürlük” sloganının Dünya hakim güçlerinin, emperyalistlerin “Böl, küçük parçalara ayır, rahat rahat yönet” politikalarına dolaylı da olsa hizmet ettiği görüşündeyim.

O zaman ben çoğu umdelerde hemfikir olsam da sosyal demokrasinin, her etnik grubu kimliklendirme noktasındaki temel anlayışıyla ters düştüğümü tespit etmiş bulunmaktayım. Bu noktadan hareket ettiğimizde Atatürk’ün “Milliyetçilik İlkesi” de sosyal demokrasinin etnisite esaslı tanımına aykırı kalmaktadır. Bu ülke insanının çoğunluğu tarafından Atatürk İlkeleri’nin, belki de en önemlilerinden biri olan, Milliyetçilik ilkesi,  “Millet olma duygusu, bir millete mensup fertlerin, milli tarihlerine, milletlerin mazideki hem parlak başarılarına, hem de felaket ve ızdıraplarına karşı derin bir ruhî bağlılık ve hürmet hissi” olarak algılansa da aslında bu ilke sadece ortak geçmişe bağlılık değil, istikbale yönelik amaç, paye ve düşünceler açısından da birliktelik ifade etmektedir.

“Milliyetçilik, kendilerini aynı milletin üyesi sayan kişilerin duydukları bir arada, aynı sınırlar içerisinde, bağımsız bir hayat sürmek ve teşkil ettikleri toplumu yüceltmek isteğidir.” 

O halde durum netleşiyor demektir.

SONUÇ

Yıllarca Türk insanına solcu, sağcı, milliyetçi, dindar, liberal ya da sosyalist, komünist, faşist,  İslamcı, …v.b. gibi bir çok yafta ve tasnifleme uygun görüldü. Yetmedi Alevî, Sünnî, Kürt, Türk diye mezhepsel ve etnik ayrımcılık kaşındı. Bu oyunu tezgâhlayanlar sayesinde Türk Ulusu düşman kamplara bölündü, birbirine kinlendi, parçalandı, gücü zayıfladı. Binlerce insanımızın kanı bu nedenle boş yere aktı, yüzlerce düşünen kafa bu nedenle yok edildi, hâlâ da kan akmaya, toplumumuza kin ve nifak tohumları serpiştirilmeye devam ediliyor.

Ben, arkadaş toplantılarında, konferanslarda ya da üniversitelerde çeşitli nedenlerle konuşmalar yaptığımda, insanları düşüncelerinden ötürü klasifiye etmeye şartlanmış meraklıları çok zorladığımı görüp bundan acayip keyif alırım. İslâmcılarla konuştuğumda beni İslâmcı sananlar, bir de bakarlar ki en keskin milliyetçiden daha fazla milliyetçiyim. Ama TKP’lilerle konuştuğumda bu sefer şaşkınlıkları daha da artar, çünkü bakarlar ki çoğu yönden sosyalist dünya görüşü de benim nezdimde kabul gören bir akım…

Bir gün hararetli bir tartışmada genç bir komünist bana şunu demişti.

“Sizi anlamakta güçlük çekiyorum. Marksist felsefeye yatkınlığınızı gören sizi sosyalist zanneder ama değilsiniz; ancak  size milliyetçi, ya da İslamcı da denemez. Sizin Dünya görüşünüz nedir? Kendinizi hangi sisteme daha yakın görüyorsunuz?”

O zaman meâlen şunu dediğimi anımsıyorum:

“Ben Kemalist’im. Kemalizm Dünya’da geçerli ve kabul görmüş düşünsel teorileri, ekonomik sistemleri incelemiş, hazmetmiş, ancak bu coğrafyada yaşayan insanların özelliklerine, gelenek ve göreneklerine göre, kültürel yapılanmasını ve tarihî zenginliklerini de dikkate alarak yeniden tanımlanmış, hepsinden bir şeyler içeren ancak meydana getirdiği yeni ve benzersiz felsefî sistematiği anlamında, özünde hepsinden bağımsız bir Dünya görüşüdür.”

Kemalizm’i sosyalizmle, sosyal demokrasi ile ya da başka bir Dünya görüşü ile özdeşleştirmeye çalışmak tamamen yanlış değil ama eksik bir yaklaşım olacaktır. Çünkü insan merkezli yönetsel anlayışların tümünü bir potada eriterek yepyeni bir sistem yaratan, sistemlerin eksik kalan yönlerini bir başkasından alarak, ya da kendinden katarak tamamlayan Mustafa Kemal ATATÜRK’e, O’nun eşsiz dehasına yapılacak en büyük kötülük, onu mevcut dogmatik doktrinlerden birine sıkıştırmaya çalışmaktır.

Türkiye’de tarihin ilk çağlarından beri kardeşçe yaşayan insanları “Alt Kimlik, Üst Kimlik” tanımlamaları ile bölmeye çalışan zihniyet, uluslar arası sermaye çevrelerinin, büyük tröstlerin, Dünya’yı paylaşarak yönetme sevdası içinde olan emperyalist devletlerin yerli işbirlikçilerinin söylemidir. Türk Halkı bu oyunu iyi süzmeli ve bu bölücülere asla prim vermemelidir. Eşsiz dâhi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilkeleri, söylevleri ve temellerini attığı Cumhuriyet’in O’nun dönemindeki yönetim felsefesi, bize rehber olacak niteliktedir ve 2.cumhuriyetçilerin çarpıtmaya çalıştığı gibi dönemini tamamlamış, işlevi sona ermiş umdeler olmaktan çok uzaktadır. Kemalist ilkelerin, onlara gönülden inanmış vatanperver yöneticiler elinde, kaldırıldıkları tozlu raflardan indirilerek yeniden uygulanması, Türkiye’mizin Dünya liderleri arasında yer almasının tek yoludur.

 

Uğur GÖRGÜLÜ

22 Ağustos 2009 Samsun