Geçenlerde bir sosyal paylaşım sitesinde, yaşamının çoğunu yurtdışında geçirmiş bir Türk vatandaşının “ORTADOĞULULARDAN NİÇİN NEFRET EDİYORUM” adlı yazısını okudum ve şaşılacak derecede paralel düşündüğümüzü gördüm. Edindiğim izlenime göre, sevgili dostumuzun bloğu bu yazısı nedeniyle sanal âlemde de bayağı meşhur olmuş…
“Kılıçsız Gündem” lakaplı arkadaşımızın yazısını okumak isteyenler aşağıdaki linkten ulaşabilirler:
http://suyunrengi.wordpress.com/2014/11/09/ortadogululardan-nicin-nefret-ediyorum/
Schumann, Johann Strauss’un Mavi Tuna Nehri Valsi’ni dinlediğinde “Bu eseri ben bestelemiş olmak isterdim” demiş. Ben de aynı duygularla “ Avustralya’da yaşayan sevgili kardeşimin yazısını keşke ben yazmış olsaydım” demekten kendimi alamadım doğrusu.
Küçüklüğümden beri çevremdeki herkes bu ülkenin insanlarının “Yüksek karakterli, kahraman, adil, namuslu, üstün niteliklere sahip” olduğunu ve Kurtuluş Savaşı’nda Yunan gâvurunu işte bu üstün vasıflar ve iman gücü sayesinde denize döktüğümüzü söyleyip dururdu. Tarih kitaplarında beyinlerimize Osmanlı’nın ne denli adil, ne denli güçlü bir devlet olduğu ve Avrupa’nın Osmanlı’dan ne kadar çok çekindiği, hatta korktuğu aşılanıyordu.
Avrupalı tuvalet nedir bilmezken bizde tuvalet kültürü vardı. Harun Reşid, Şarlman’a çalar saat gönderdiğinde teknoloji fukarası Batı, saat çaldığı zaman içine şeytan girmiş zannıyla korkudan yanına bile yaklaşamamıştı. Ders kitaplarında bunları okuyup gururlanıyor, Avrupalıları küçümsüyorduk. Zira biz, aynı zamanda üstün İslâm medeniyetinin de bir parçasıydık. İslâm’ın kılıcıydık. Türkler dürüst, yalan söylemeyen, Allah’tan korkan, Hakk’a saygılı bir dine mensupken, onlar kâfirdi. Biz onların peygamberlerini tanıyor ve saygı duyuyorduk, ancak onlar bizim peygamberimizi tanımıyorlardı. Bizim dinimiz Hak dindi, onlar ne yaparsa yapsın Cehennem’e gidecek, sonsuza kadar cayır cayır yanacaklardı. Bizse müslüman olduğumuz için günahkâr olsak bile cezamızı çektikten sonra Cennet’e gidecektik. Yani biz çok şanslıydık.
Hep bunları duyduk, bunlarla büyüdük.
Ancak fiili durum çok farklıydı. Ne çevremdeki insanların genel özellikleri ne de Türkiye’min ekonomik yapısı o kitaplarda anlatılanlarla bir benzerlik gösteriyordu.
Önceleri bu gerçeği görmezden geliyordum. “Her toplumda böyleleri olur. Ama bizde Avrupa’ya nazaran çok daha azdır”düşüncesiyle kendimi kandırıyordum. Sonuçta biz, Allah’a şükür müslümandık ve aynı zamanda da yedi düvele kafa tutmuş, Dünya’nın en büyük sömürgeci devletlerini dize getirmiş üstün Türk ırkına mensuptuk. Ve bu bizim en büyük övünç kaynağımızdı.
Bizlerin, yani müslüman coğrafyanın sahip olduğumuz üstün özellikler nedeniyle Dünya’nın lideri olması gerekmez miydi? Ancak gerçek böyle değildi. Sütümüz bile Marshall yardımıyla geliyordu. Herkes diniyle, ırkıyla övünüyordu ama her ne hikmetse “kâfir” diye yaftalanan İngiliz’in kumaşından elbise diktirmek ya da Fransız peyniri yemek bir üstünlük, toplumda bir ayrıcalık ölçütüydü. Yerli malına burun kıvrılıyor, “ithal malı” kullanmak için adeta yarışılıyor, İngilizce, Fransızca sözcüklerle bezenmiş cümleler kurmak kültürlü olmanın göstergesi sayılıyordu.
Bu nasıl bir riyakârlık, bu ne yaman bir çelişkidir anlamak mümkün değildi.
Yabancı hayranlığı, Türk malını küçümseme ayyuka çıkmıştı, ama iş dine, ırka gelince onlar gâvur, onlar kâfirdi. Bizlerse müslüman olmakla övünen üstün Türk ırkı(?!)…
Riya toplumun iliklerine kadar işlemişti de namuslu olma, dürüstlük, doğruluk kavramlarında Avrupalılara çok mu fark atıyorduk; ne gezer! Sayıları çok da az olsa gerçek Türk milliyetçileri inat edip Türk malı kullanmayı tercih ederlerse, kısa bir sürede hayatlarının en büyük hatasını yaptıklarını anlıyorlardı. Zira taptıkları tek Tanrı “PARA” olan tüccarlarımız kafalarını secdeden kaldırmıyordu ama Dünya’nın en kalitesiz mallarını üretiyorlar ve bunlar da satın alan garibanların elinde iki günde dağılıyordu. Zihniyet, yaptığı işte en iyi olmak, en kaliteli malı üretmek değil, ne yaparım da daha çok para kazanırım mantığı üzerine kuruluydu.
Bir gün geldi, namus ve ahlâk abidesi tiplere, milyarlarca liralık rüşvetleri ellerinin tersiyle iten insanüstü varlıklara sadece filmlerde, dizilerde rastlandığını gördüm. Çünkü bizim insanımız iki kuruşluk çıkarı söz konusu oldu mu her türlü ülke çıkarını göz ardı edebiliyordu. Devletten maaş alabilmek için sahte evlilik yapanlar, hatta cinsiyet değiştirenler vardı bu toplumda. 1999 yılında, zamanın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan bir tv programında şaşkınlıkla açıklıyordu:
“Yeşil kartların çok büyük bir çoğunluğu gerçek ihtiyaç sahibi olmayan kişilerin elinde ve çeşitli hilelerle çift emekli maaşı alanların sayısı hiç de küçümsenemeyecek oranda, inanılır gibi değil.”
Bu mu yüksek karakterli Türk Ulusu? Bu mu Hak dine mensup müslüman?
“Efendim, siz hiç açlık çekmediniz galiba. Yoksulluk, parasızlık yüzünden hep bunlar” diyenler hiç kusura bakmasınlar bu tip yorumlar abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bizdeki eksiklik ne biliyor musunuz? Şu kâfir Japonlar’da bile bulunan ve bizim gibi toplumlarda çok nadir rastlanan bir kavram: ONUR!
İlk zamanlar büyük bir hayal kırıklığıydı bu benim için, sonraları bu gerçekle yaşamaya alıştım. Çünkü ben de bu toplumun bir parçasıydım ve Avustralya’ya yerleşmeyi başaran arkadaş kadar şanslı değildim.
Her Türk vatandaşı kadar Atatürk’e saygım vardı, ancak bizim milleti yakından tanıyınca Atatürk’e olan sevgim ve saygım hayranlık derecesine çıktı. Zira böylesine çıkarcı ve ikiyüzlü bir milletten bir ordu kurup, Dünya’nın en gelişmiş ülkelerinin ordularını denize dökmek bence ancak dâhi mertebesinde birinin yapabileceği bir işti. O her zaman Türk Milleti’nin yüksek karakterinden, üstün özelliklerinden bahseder, böyle bir millete mensup olmaktan dolayı gurur duyardı. Ancak büyük Atatürk bile, Vahdettin ve çevresindeki mandacı şerefsizlerin hainliklerinden, Türk toplumunun alçaklıklarından o kadar bunalmıştı ki, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik dönemecinde ordunun sayısı, İstanbul’daki şeyhülislam’ın “Yunan ordusu Padişahın ordusudur. Kuvay-i Milliyeciler haindir” fetvasına inanıp kaçan askerler yüzünden 30 000’e kadar düşmesi üzerine “İsmet, ne yazık ki bu millet kahraman yetiştirdiği kadar, gafil de hain de yetiştiriyor” demek zorunda kalmıştı.
Evet, bu millet tarihi boyunca kimsenin aklına hayaline gelmeyen, kimsenin cesaret edemeyeceği kahramanlıkları, fedakârlıkları hayata geçirmiş, bu özelliğiyle rakiplerini her zaman korkutmuş asil bir milletti. Ne zaman ki, Ortadoğu insanıyla tanıştı, ne zaman ki Emevî kasaplarının aşağılık katliamlarıyla zorla müslüman yapıldı, işte ondan sonra genlerindeki tüm üstün özellikler ve o hiçbir ulusta olmayan yüksek karakter zaman içinde yavaş yavaş kayboldu. (bknz : https://muhendisguncesi.com/turkler-nasil-musluman-oldu/)
Her zaman iddia ederim; Türk kavimleri müslümanlığı Emevî firavunları döneminde değil de Asr-ı Saadet’te kabul etmiş olsalardı, bugün ne İslâm ülkeleri dünyanın en geri, en vahşi, en ilkel, en yoksul sömürgeleri olurdu, ne de İslâmiyet böyle yerlerde sürünürdü.
Daha da ileri gidersek, Türk kavimlerinin çoğunluğu eğer müslümanlığı değil de, hıristiyanlığı ya da yahudiliği seçmiş olsaydı, veyahut şaman olarak kalsaydı, bugün Dünya’nın en güçlü, en modern ve en çağdaş devletlerinden biri olurdu.
37 yıllık gazeteci ve Ortadoğu analisti Hüsnü Mahalli kendisi de bir arap olmasına rağmen yazılarında, tv söyleşilerinde yeri geldiğinde mealen hep şu analizi yapar:
“Ortadoğu coğrafyasında emperyalistlerin yıllardır cirit atması tesadüf değildir. Hep bu coğrafya insanlarının sömürülmesi, bu coğrafyada her zaman bir savaş ikliminin hakim olması aslında İsrail’in ya da Amerika’nın çok büyük bir çaba harcadığını, çok büyük stratejiler geliştirdiğini göstermez. Bu coğrafya insanında şu üç hastalık hiçbir Dünya coğrafyasında olmadığı kadar fazladır: “gaflet, dalâlet ve hıyanet”. Sömürgen uluslar ihtiyaç duyduklarında, Ortadoğu toplumlarında istemedikleri kadar hain, satılmış, aşağılık, kaypak, dönek, sinsi, kahbe, şahsiyetsiz, kalleş, iki kuruşluk çıkarı için milli menfaatleri hiçe sayacak kadar şeref yoksunu, cibilliyetsiz, tıynetsiz, kanı bozuk, ikiyüzlü şeyh, şıh, devlet başkanı, bakan, başbakan, akademisyen, gazeteci, yazar çizer bulabiliyorlar. Mossad’ın, CIA’nın yaptığı tek şey bu; satılık adamları bulup satın almak! Hep düşünmüşümdür bu kadar sahtekâr, riyakâr ve sütü bozuk adam neden sadece Ortadoğu’dan çıkıyor diye, cevap veremiyorum. Sonunda şu kanıya vardım: Ortadoğu insanının genleri bozuk!”
Batıyı, batılıları suçlamak bence en kolay ve en kaçamak yol; yani Ortadoğulular ve artık bu gruba dâhil olan Türkler cehaletin ve yoksulluğun kol gezdiği bu coğrafyada berbat durumlarının suçunu her zaman batılılara atarak işin içinden sıyrılmayı seçmekteler. Oysa işin üzerine biraz farklı bakış açısıyla eğildiğimizde bu yorumun bir yere kadar doğru, ancak eksik olduğunu görürüz. Ortadoğu insanının asıl sorunu “yanardöner” olmak, nabza göre şerbet vermektir. Bu husus ilkesiz bir insan topluluğunu, ilkesizlik de omurgasızlığı yaratır. Omurgasız insan her yöne eğilir, bükülür. Kim daha fazla öderse onun uşağı, onun kapıkulu olur. İşte bugün Türkiye’nin cebelleştiği büyük sorunların kaynağında, omurgasız ve ilkesiz insan sayısında özellikle 1980 sonrasındaki korkutucu artış yatmaktadır.
Batı’nın ve ABD’nin Ortadoğu ya da 3. Dünya ülkeleri coğrafyalarında şiddete ve teröre verdiği destek anlamında karnesi çok kötü, bu bir gerçek! Ancak siz hiç yılana “Neden geldi de beni soktu” diye kızabilir misin? Yılan bu, sokmak onun doğasında var! Siz “hayatımda yılan da olsun” diyorsanız, sokmaması için gereken önlemleri almalısınız. O zaman yılanla kardeş kardeş yaşarsınız öyle değil mi?
Peki bizler emperyalistlere kızmaktan başka ne yapıyoruz? Toplumumuzun refahı, çağdaşlaşması için, batıya köle olmaması, sömürülmemesi için üzerimize düşenleri yapıyor muyuz? HAYIR! Aksine doğu toplumlarını içinde bulundukları bataklıktan çekip çıkarmaya çalışanları da elimizden geldiğince baltalıyor, engelliyor ve yok ediyoruz. Türk Milleti’nin, sonsuza değin önünde saygıyla eğilmesi gereken ATATÜRK’e özellikle son 15 yılda layık gördüğü muamele bunun en büyük kanıtı değil mi? Bu, O’nun gibi bir lidere yapılmış tarihin en büyük nankörlüğü ve hıyaneti değil mi?
Ortadoğu toplumları ve Türk Milleti hiçbir zaman uşaklıktan, kölelikten ve sömürülmekten kurtulamazlar. Eğer bunu gerçekten istiyorlarsa –ki ben bu toplumların köle ve dilenci olmaktan memnun oldukları kanısındayım- öncelikle insan kalitesini yükseltmeleri gerekmekte. Bu coğrafyanın insanı Batı ile mücadele edebilmek için ahlâklı, faziletli ve onurlu olma hasletlerinin ne kadar önemli olduğunun farkına varmalı. Bu da Ortadoğu ülkelerinin İslâm dininden ne anladıkları ile paralellik arzeden bir konu. Zira İslâm’ın bu kafa kesen, kan içen, kadını köleleştiren, cehaleti öven, sanatı, bilimi yasaklayan yorumu ile bizler asla Batı’ya kafa tutamayız. Düşünsenize T.C Hükûmetinin bir bakanı “Biz müslümanız. Bizden bilim adamı değil ara eleman çıkar” aşağılık kompleksindeyse, bunu normal olarak görüp kabulleniyorsa yapılacak en doğru şey, bilimde, sanatta, toplumsal yaşamda, insana saygıda, yüksek karakterli insan yetiştirmede İslâm ülkesi yaftalı ülkelere tur üstüne tur bindiren Batı coğrafyasına sadece “Bükemediğin bileği öp” mantığıyla saygı duymaktır o kadar!
Uğur GÖRGÜLÜ
14 Ocak 2015 – Antalya
Biz güya 7 düveli yendik. Yendikten sonra ne oldu? Yendik dediğimiz devletlerin nesi varsa aldık. Giyim kuşamdan dile kadar nesi varsa. Gericiliktir diye İslam’a ait ne varsa attık. Peki ne oldu?
Atom bombası atılan Japonya dünya teknoloji devi oldu. Biz ne yaptık? Başörtüsünü çıkarıp Kur’an’a hakaret etmekle ilerleyeceğiz sandık.
Yazınız gerçekten çok komik. Ortadoğu’nun hali malum bu doğru. Ama bunu eleştirirken Atatürk’ü putlaştırmak mı gerek? Komik.
Japonya’nın Atatürk’ü hiç oldu mu? Olsaydı kimonoyu yasaklar, Japoncayı kaldırıp Latinceyi getirirdi.
5 yaşındaki kız çocuğuna bira içirirdi.
O zaman Japonya muasır mı olacaktı, oldurdu. Çünkü onların hiç “Atayiko Japonikosu” olmadı.
Daha babası bile belli olmayan bir Selanikli Japonya’ya dadanmadı ki, Japonya kurtulsun.
Kamal Hazretleri, yukarıdaki yorumunuza cevap vermek dahi vakit kaybı olur. Sadece rezil bir Türkçeyle yazdığınız yorumunuzdaki gramer ve yazım hatalarını düzeltmekle yetindim. Yazımın içinde yanıtı Sayın Hüsnü Mahalli vermiş zaten. Lafı uzatmanın anlamı yok.
AGIR KAÇACAK BELKİ AMA SİZİNKİ KADAR KAÇMAZ. AĞZIYLA SICIP GÖTÜYLE KONUŞMAK DEYİMİ. SİZİN İÇİN İCAT EDİLMİŞ OLMALI. OSMANLILININ ATATÜRK TEN YANİ CUMHURİYETTEN ÖNCESİNİ HATIRLAMANIZI TAVSİYE EDERİM.
Yazıklar olsun ne diyeyim. Yanlış anlaşılmasın, şu yukarıdaki yobaza diyorum. Babası bile belli olmayan bir Selanikliymiş. Ulan O olmasaydı, asıl senin babanın kim olduğu bile belli olmayacaktı, ama kabahat Atatürk’te zaten. Böyle bir millet için canını dişine takmış, kapıdaki uyuz köpek muamelesi gören bir tebaadan bir ulus yaratmaya çalışmış. Birey haline getirmiş, herkese bir kimlik vermiş. Daha Avrupa’nın birçok ülkesinde henüz kadına seçme ve seçilme hakkı yokken Türk kadınına bu hakkı vermiş. Onlar ne yapmış? Onun getirdiği demokratik haklar sayseinde seçildikleri meclise girip “600 yıllık Osmanlıya verilen 90 yıllık reklam arası sona erdi” diyecek kadar alçalmış, şerefsizleşmiş.
Gerçekten sizlere yazıklar olsun be ne diyeyim. Aha işte Osmanlıyı bile gölgede bırakacak saraylarda oturan padişahınıza kavuştunuz. İlkokul çocuklarının kafasını sarmaladınız, mutlu musun? Sanki tüm sorun buydu değil mi? Sarmaladınız da ne oldu? Dünya ülkeleri arasında saygınlığı en düşük yöneticileri olan, hırsızlığın, yolsuzluğun, lüpçülüğün kanunlarla korunduğu bir ülke olduk. Herşey, 10 metreye bir cami yapmakla, küçücük kızların kafasını dolma gibi sarmakla olmuyor beyefendi, olmuyo. Adminin dediği gibi sizin genleriniz bozuk. Hıyanet kanınıza işlemiş. Yapılacak tek şey var: Bu coğrafyaya birkaç napalm atıp toptan yok etmek, o zaman dünyanın uygar insanları biraz nefes alır.
Yukarıda Kamal Hazretleri adıyla yazan şahsa cevap:
1) Atom bombası atılan Japonya, atom bombası atılmadan da önce teknolojide ve yenilikte bir devdi. Pasifik’te buyuk bir teknoloji imparatorluguydu
Meji restorasyonu ile bunu başardı.
Japonya Meji restorasyonu sırasında kamu kurumlarinda Japonlar’ın geleneksel elbisesini yasakladı.
Kutsal ve saygın sayılan Samuraylar’ı kaldırdı.
2) Yanlış bildiğiniz bir kanı Japon alfabesi.
Japonya Japon alfabesini kaldırıp Latin alfabesi kurmak için 1800ler’de çalıştı. Romaji adında latin harfleri de yaptı.
Ancak Japonca’nın ses yapısı tam uygun olmadığı için ve o dönem toplumda büyük yükseliş gösteren Batı karşıtlığı yüzünden ara verdi. Japonya’nın bugün hala okullarinda öğrettiği romajı alfabesi mevcuttur.
Latin alfabesini almadı dediğiniz ve tam tarihini bilmediğiniz Japonya, Turkiye’den önce İsviçre medeni hukukunu aldı.
Japonya’nın Atatürk’ü olmuştur. Meji dönemi kralıdır.
Japonlarla konuştuğunuzda Meji Restorasyonunu yaşarken zor ve sancılı bir dönem ancak ülkenin geleceği için müthiş bir öngörü olarak görürler. Kendilerine büyük sancılar yaşatan Meji’ye saygı duyarlar.
Abdülhamit de Meji dönemini incelemiş ve beğenmiştir.
Osmanlı’da Latin harflerine geçiş, Atatürk’ten 70 yıl önce başlamıştır. Ahmet Cevdet Paşa bu iş için çok uğraştı. Enveriye harfleri üzerinde çalışıldı.
Lütfen Kadir Mısıroğlu gibi bir provokatörün paçavra tarih tezleriyle şartlanmayınız. Latin harfleri Atatürk’ten çok önce başlayan bir Osmanlı projesidir.
Saptamalarına ve düşüncelerine katılıyorum. Bir eleştirim olacaktı, bu yazı niye bu kadar umutsuz bir dille yazılmış diye, tam o sırada Friedrich Nietzsche nin şu sözünü gördüm: ” Umut sadece eziyetin süresini arttırır.” Yine de her sözü doğru olacak değil ya. Yukarıdaki tartışmaya bir katkısı olur belki diyerek bir not da ben düşeyim bu arada: Sarık ve cübbe 1826 yılında II. Mahmut tarafından yasaklanmıştır.
Bu tür yazılarda gerçekten iyi araştırmalar yapılmalı diye düşünüyorum
Sayın Biyomedikal Mühendisi
Bu bir araştırma yazısı değil, çoğu, 57 yaşındaki bir Türk vatandaşının gözlemleri ve onun bu gözlemlerini destekler nitelikte açıklamalar yapan yazarların görüşlerinden alıntılar. Karşı olduğunuz husus neyse açıkça yazın tartışalım.